Konu Başlıkları
3 Hürel
3 Hürel ; Onur (1948), Haldun (1949) ve Feridun Hürel (1951) Aslen Rize Pazar‘lı olan kardeşler tarafından 1970 yılında Trabzon’da kurulan Anadolu rock grubu.
Onur Hürel
2 Aralık 1947 Salı günü Rize’nin Pazar ilçesinde doğdu. Tipik bir yay burcu.
İstanbul’a geldiğinde yaşı 7…
İlkokul: Hırka-ı Şerif İlkokulu
Ortaokul: Gelenbevi Ortaokulu
Lise: Pertevniyal Lisesi
Üniversite: Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Heykel Bölümü
Askerlik 71 gün; Ankara Etimesgut zırhlı birlikler.
Eğitimcilik, ilk kez Tuzla Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Onur’un en sevdiği uğraş alanı.
Bir dönem özel sektörde seramik modelisti olarak çalıştı ancak mutsuz oldu, kullanıldığını hissetti ve yeniden çok sevdiği kariyerine, öğretmenliğe döndü.
Bas çalıyor. Akustik gitar çalıyor.
Ruh haline uyan müziği dinliyor.
Düşünmek ve anı defteri yazmak, hobileri. Sinemayı, özellikle sinema makinelerini çok seviyor “Çocukluğumda makinist olmayı, herşeyden çok istemiştim” diyor. Ayrıca fotoğraf makinelerini ve gezmeyi de seviyor.
Aslında çok korkak bir yapısı var. Her an her saniye korkuyor. Her şeyi kendine dert ediyor. Yükseklik korkusu da var.
Mavi rengi biraz daha çok seviyor.
“Keşke dostluk olsaydı” diyor, “Ama ne yazık ki yok!”.
“Yükselen değerler bütün dünyada maddiyata bağlı. Ama bir gün onlar aranmadığında güzellik başlayacak.”
Ruh yapısı duygusal, daha çok mutsuz.
Yaşamanın çok önemli olduğunu düşünmüyor. Gittikçe daha bilimsel düşündüğü için artık öbür dünyadan ya da dinsel imajlardan korkmuyor. Metafiziğe takmaya başlamış son günlerde. İçinde doğal bir melankoli var. Bu melankoli ile birlikte mutlu.
Dünyada herşey paraya dayanıyor ama Onur paraya hayatı boyunca önem vermemiş. Düşüncelere çok daha fazla önem veriyor. Heykel yapmak da çok anlamlı gelmiyor ona. “Sanatta daha önemli olan şey yaratıcı güç. Artık elinle birşeyler yapmak sanatçı olmaya yetmiyor, önemli olan düşüncelerinde yaratıcılığa ulaşmak. Aslında belki Tanrı da bir düşüncedir.” diyor.
Pek sokağa çıkmıyor çünkü çıkması için neden bulamıyor.
60’lı yıllarda müzik dinlerken arkadan gelen kalın ses dikkatini çekiyor. Bas çalma macerası böyle başlıyor.
Sağlık herşeyin başı diyor.
Anadolu Uygarlıklarıyla ilgileniyor. Tatilde mimari objelerin fotoğrafını çekiyor.
Haldun Hürel
8 Mayıs 1949 Perşembe günü Trabzon’da evde doğdu. Bu evi dün gibi hatırlıyor (Bir yazlık sinemanın bahçesine bakıyormuş). Boğa burcu.
İlkokula 5 yaşında başladı (Ağabeyi Onur okula gitmekten korktuğu için onu okula Haldun götürürmüş. Bunu gören öğretmeni onu da okula almış).
İlkokul: Hırka-ı Şerif İlkokulu.
Ortaokul: Gelenbevi Ortaokulu. 5 yılda bitirmiş. (Hep matematik, fizik yüzünden)
Lise: 0 da 5 yılda bitmiş yine matematik, fizik yüzünden.
Üniversite: Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Dekoratif Sanatlar Seramik Bölümü, 1975 mezuniyet.
Sanat ve kültür aşkıyla yaşıyor… Sanat tarihi en büyük ilgi alanı. (Öğrencilik yıllarındaki müze gezintilerinde, en son o çıkarmış müze binalarından. Kendini unuturmuş o taşlar arasında.)
Feridun İngiltere’ye gidip Onur da öğretmenliğe başlayınca şarkıcı Tülay’la Balkan ülkeleri turnesine çıktı. Sırf gezip tozmak ve davulunun başına oturmak adına. Sonra bir dönem seramik modelisti olarak çalıştı.
1981’de Nilgün Aksoy’la evlendi. 1984 yılında kızları Niran doğdu.
Marmara, Bahçeşehir Üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde dersler veriyor. Derslerinin konusu İstanbul ve sanat tarihi.
HHaldun aynı zamanda yazarlık yapıyor. Yayınlanmış birçok kitabı var. İlk kitabı “Ölerek Yaşıyorum” bir hayli popüler oldu, birçok baskı yaptı. Diğer kitapları hep İstanbul üzerine.
Çünkü o bir İstanbul aşığı ve uzmanı…
İstanbul konusunda sürekli araştırmalar yapıyor. Yeni kitaplar, belgeseller hazırlıyor.
Vurmalı sazların tümünü çalıyor.
BBeatles, Dire Straits, Roy Orbison, Elvis Presley, Emerson Lake & Palmer ve Deep Purple’ı çok seviyor.
Uçaktan korkuyor. (Yükseldiği için değil, kapalı bir alan olduğu için)
Gri hariç her rengi seviyor.
Dostluk en önem verdiği şey. “Dönüp dolaşıp herkesin sığınacağı yer dostluktur” diyor. Ancak bu, çok dostu olduğu ve herkesi sevdiği anlamına da gelmiyor.
En büyük takıntısı kültür… Kültür olmadan, hiçbir gelişimin olamayacağını, eğitimle kültürün, tamamen farklı şeyler olduğunu savunuyor.
Karanlık ve sessiz, özellikle de ortaçağa ait mabetlerin sihirli havasına hayran… Şatoları, kiliseleri, eski camileri, harabeleri seyretmeye doyamıyor…
Feridun Hürel
30 Nisan 1951 Trabzon doğumlu. Boğa burcu.
İlkokul: İlk üç sene Fatih Hırka-ı Şerif İlkokulu, son iki sene Fatih Hacı Süleyman Bey İlkokulu.
Ortaokul: Gelenbevi Ortaokulu.
Lise: Vefa Lisesi, son üç ay Pertevniyal Lisesi.
Üniversite: Bir yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Dekoratif Sanatlar Grafik Bölümü, mezuniyet 1975.
Askerlik: Etimesgut Zırhlı Birlikler Yedek Subay Eğitimi, Genelkurmay Basmevi’nde Grafikerlik.
3 Hürel 1977’de sahne hayatına veda edince reklamcılık yapmaya başladı. 1980’de Londra’ya gitti, bir yıl okudu ve müzik yaptı.
1981’de Türkiye’ye döndü. Poyraz Reklamcılık’ta Kreatif Direktör olarak görev alıp, tekrar reklamcılığa başladı. Daha sonra Bozell Poyraz adını alan ajansın başkanı ve hissedarı oldu.
2001 yılında Bozell Poyraz’dan ayrılarak “Feridun Hürel Yaratıcı İletişim“i kurdu.
Pazarlama iletişimi ve reklam sektöründe çok ünlü bir isim… Konferanslar, özel eğitimler veriyor, seminerler, paneller yönetiyor. Reklamcılar Vakfı kurucu üyesi. Reklamcılar Derneği Asbaşkanlığı ve Reklam Özdenetim Kurulu üyeliği yaptı.
1993’te Marmara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak eğitimciliğe başlayan Feridun, birçok üniversitede ve eğitim kurumunda, yaratıcılık, pazarlama iletişimi, reklamcılık ve halkla ilişkiler konularında dersler verdi. Halen İstanbul Ticaret ve Yeditepe Üniversitelerinde öğretim görevlisi.
“18 Yaşından Küçükler Okuyamaz”, “Eski Köye Yeni Adet”, “Sana Borcum Var Hayat”, “Klasik Müzik Rehberi” ve “Yaratıcı Reklamcılık” isimli beş kitabı var.
1993’te evlendi,1998’de boşandı. 2005’te Rus asıllı Cristina Paduret’le ikinci evliliğini yaptı. 2006’da kızı Talya doğdu.
Hafızası çok zayıf. Kendi şarkılarını bile ezbere bilmiyor (Aslında hiçbir şarkıyı baştan sona ezbere bilmiyor, kendi yazdığı şarkıları sahnede kağıttan okuyordu.)
“Saz-Gitar”ın mucidi.
Müzik dinlemeyi, müzik yapmak kadar önemsiyor. Daha çok klasik müzik dinliyor. Sopranoların seslendirdiği hüzünlü aryaları seviyor.
Literatüre geçmiş birçok fobiye ve takıntıya sahip, tedavi oluyor. Seyahat edemediği için doktora çalışması yarım kaldı.
Siyah, hayatını ve bütün karakterini anlatıyor. yaratıcılık. Yeni değerler bulmak, yeni sentezler bulmak, onun için çok önemli.
Doz, herşeyin anahtar kelimesi. Her şeyin dozunda olmasına dikkat ediyor.
Erdemi çok önemsiyor.
“Eskiden halkevlerinde bile piyano çalınırmış, hatta Sivas’ta lise öğrencilerinin oluşturduğu bir senfoni orkestrası varmış. 0 günlerle bugünleri bir karşılaştırabilir miyiz?” sorusunu şöyle cevaplıyor:
“Benim babam bir memurdu. Ama emeklilik ikramiyesiyle ilk aldığı şey bir piyano oldu. 1950’lerde bile babamla annemin kılık kıyafetleri son derece çağdaştı. Amcam Trabzon’da halkevinde piyano çalardı, resim yapardı. Atatürk’ün izlerinin henüz taze olduğu dönemlerdi o dönemler. Halkevleri geleneği Atatürk’ün getirdiği batılılaşma hareketi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Kültürü geniş kitlelere yayma, sadece seçkin kesimlerde bırakmama politikası, Atatürk’ün politikasıdır.
Bizde kıraathane geleneği vardı, ama bugün bu bilinmez.
Nat King Cole, bugün sadece belli kesimlerin hatırlayabildiği ve dinlemekten zevk aldığı bir şarkıcıdır ama Karadenizli bir ev kadını olan annem, Nat King Cole öldüğünde ağlamıştı. Yani bu alt yapıya sahipti.
O zamanlar bir yaşam gustosu vardı.Yemek yenirken kolalı beyaz örtüler örtülürdü, Sinemaya gidilirken bile özel olarak giyinilirdi. Şimdi geniş kitlelerde müthiş bir köylüleşme ve yozluk var. Artık köyler de pis, evler gecekondu, yarısı tuğla briket.
Süleymaniye’ye gidin bakın, o evlerin dış yüzeylerinin işlemesi bile son derece özenli. Ama şimdi öyle mi? Adam dışarıya sıva bile atmıyor, artık evler insanlar için sadece bir barınak.
İşin siyasi boyutuna girmek istemiyorum çünkü biz siyasetten özellikle uzak durduk, her zaman siyasetin çok üzerinde olduğumuzu hissettik, yaşamımıza, imajıınıza siyaseti bulaştırmadık.
Atatürk’ün ilkelerini, o öldükten sonra, güne uyarlama becerisini yönetimler gösteremedi.
Bazıları onun izlerini silmeye bile koyuldular ve hâlâ onun devrimlerinin ne anlama geldiği tartışılıyor.
Onun devrimleri giderek derinleşeceğine ve zamana uyarlanacağına gittikçe silinmeye uğraşılıyor. Bu da, toplumdaki yozlaşmayı artırıyor.
Sonuçta yozlaşma, kültürel hayatı da etkiliyor tabii.
Babam fötr şapka ve papyonla Beyoğlu’na çıktığında da, evimizde piyano varken de, ayağımızdaki çoraplar yamalıydı. Bugün en fakir aile bile çorap yamamıyor.
Bunun gelirle alakası yok. Gelirin yönlendiği nokta farklılaştı. Eskiden çorap yamanırdı belki ama yaşam gustosuna ayrılan pay çok daha fazlaydı.
Artık güzelliğe, estetiğe ayrılan pay yerine, o para biriktirilip araba ya da ev alınmaya çalışılıyor. Bir an önce köşeyi dönme felsefesi hakim oldu. Bu durumda kültürün esamesi okunmuyor tabii ki.”
Feridun Hürel yaşam gustosunu da şu şekilde açıklıyor:
“Yaşamın bütün güzelliklerini beş duyu organımızla algılarız, beynimizle yorumlanz. Bu beş duyu organının geliştirilmesi insana bağlı. Örneğin tat duyusunu geliştiren biri, şarabın bekletildiği fıçının özelliğinden dolayı oluşan lezzet farkını bile anlayabilir. Ya da bir müzisyenin kulak algılaması ile sıradan bir insanın kulak algılaması farklıdır.
Geliştirilen duyu organı, dünyanın zenginliklerinden daha fazla veri elde edebilir, yaşamdan daha fazla zevk alınabilir. Aynı şekilde olumsuz verileri de nüansları ile birlikte algıladığınız için daha fazla mutsuz olabilirsiniz belki ama bu da sizi, tüm olumsuzluklarla savaşmaya, onları yok ederek çevreyi, dünyayı güzelleştirmeye yönlendirir.
Çirkinlikler, algılanmadıkça rahatsızlık vermez. Rahatsızlık vermedikçe de düzeltilmez.
Zevksiz yaşanır… Fakir yaşanır… Eksik yaşanır…
Çoğunluğun yaşam gustosuna sahip olmadığı bir ortamda, duyu organlarını eğitmiş, geliştirmiş kişiler ise, daha mutsuz ve karamsar olur. Çoğunluğa yabancılaşır, içine kapanır.
İşte onlar daha da eksik yaşarlar, çünkü eksikliğin farkındadırlar.
Tek çare eğitimdir. Özellikle medyaya düşen görev ve sorumluluk çok fazla.
Geleceğe yatırım sadece yolla, tesisle, sanayi ve teknolojik üretimle olmaz. Asıl, kültürel üretim artmalı ve desteklenmelidir.
En önemlisi ise Yaşama Sanatı’nı öğrenebilmek.
Bence hayattaki tek başarı, mutlu olmak ve mutlu etmektir.
Doğuda, bireysel yaşam felsefesi ve yaşamdan alınacak mutluluk üzerine, bireyin iç dünyası üzerine; batıda ise toplumsal yaşam, teknoloji ve konfor üzerine kafa yorulmuş. Ancak, konforlu yaşamakla mutlu olmanın pek ilgisi bulunmadığını anlayan batılılar, şimdi umutsuzca Tibet dağlarına çıkıp hayatın anlamını ve mutluluğu aramaya başladılar…”
3 Hürel Bir efsanenin öyküsü
Yaratıcılığın gücüne inanmış üç kardeş… Onur, Haldun, Feridun Hürel… Kısaca 3 Hürel… Henüz ilk gençlik yıllarında içlerine, yüreklerinin gizli kalmış kuytularına, bir kor gibi düşen sanat ateşinin dürtüsüyle inanılmaz serüvenlerle dolu bir yolculuğa çıktılar. Sanat, onların yaşam nedeni, yaşama bakış açılarıydı. Duygularını, ancak sanat yoluyla en iyi biçimde iletebilir, paylaşabilirlerdi… Bir başka söze gerek yoktu. Müzik dünyasının, onları bir mıknatıs gibi çeken labirentlerinde engellerle, yokluklarla, çaresizliklerle boğuştular. Serüvenlerinde yalnızdılar… Piyasanın aşina jargonundan soyutlanmış tavırlarıyla, sadece kendi duygularının pusulasında müzik ürettiler. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi taklit etmediler. İlkelerinden asla ödün vermediler. Farklı sanat dallarında eğitim görerek, sadece müzikte değil, sanatın diğer ifade biçimlerinde de uğraş verdiler. Beceri ve matematiksel boyutundan çok, sanatın yaratıcılığı ve felsefesi üzerinde yoğunlaştılar. “Durduk yerde icat çıkarma”, “Eski köye yeni adet getirme” sözleriyle büyütülmüş kuşaklara inat, hep icatçı oldular… Yepyeni ve kendilerine özgü bir “ses” yarattılar. Anadolu’nun eşsiz zenginlikteki kaynaklarından beslendiler. Araştırmalar, denemeler, sentezler yaptılar. Yeni enstrümanlar icat ettiler. Türkiye’de, gerçek anlamda ilk grup müziğinin yaratıcısı oldular… Türkiye’nin ilk altın LP ödülü dahil, birçok ödül kazandılar. Çeşitli kuruluşlar tarafından üst üste, en iyi grup seçildiler. Kalıcı, ölümsüz melodilere imza attılar. Yaşama gri, biraz da karamsar bir pencereden bakan şarkılarıyla; hüznü vazgeçilmez bir ifade biçimi sayan, biraz üzgün, biraz buruk, biraz kırgın, biraz da kızgın ama ille de kulaklarında, delikleri çok küçük bir süzgeç bulunduran gerçek müzik sever kitlelerin ruhlarında asılı kaldılar… Her taşın altından çıkmadılar. Olur olmaz yerlerde boy göstermediler. günün deyişiyle “medyatik” olmadılar. İsimlerini, imajlarını hep korudular. 40 yıldır süregelen sanat yaşamlarında biraz gizli, özel yaşamlarında hep gizemli kaldılar… Bir efsane oldular… Kardeş sevgisini, bağlılığını yansıttılar. Kültüre ve eğitime bir numaralı önceliği verdiler. Eğitimcilikleriyle ve yazdıkları kitaplarla genç kuşaklara yol gösterdiler. Onlara örnek oldular. Kaybolan değerleri hatırlattılar. Kaybolmaya yüztutmuş olanlara sahip çıkmanın önemini öğrettiler. kaynak: |
Son yorumlar